Miladi takvim-Hicri takvim ve yılbaşı tartışmaları…
- Kökeninde Eski Roma, Yunan ve Hıristiyanlığın yer aldığı Batı modernitesi, her alanda dine ve kaynağını esasta dinden alan geleneğe meydan okumakta ve dini/geleneği hayat dışı kılmak için büyük çaba göstermektedir. Ülkemizde, modernite ile gelenek arasındaki mücadele alanlarından biri de varlığın dikey boyutu olan “zaman”dır. Her toplum, yaşamını zaman algısına göre şekillendirmekte ve bu algı ile zaman şeridini teknik olarak tanımlayarak, takvimler ihdas etmektedir. Her yıl, Miladi yılbaşı yaklaştıkça, yılbaşının kutlanıp kutlanmayacağı, kutlanacaksa ne şekilde kutlanacağı üzerine çok farklı fikirler serdedilmekte ve takvimler üzerine tartışmalar yaşanmaktadır. Konuyu enine-boyuna değerlendirebilmek ve kıymet hükmünü verebilmek amacıyla bazı teknik bilgileri vermek yararlı olacaktır.
- Tarih içerisinde farklı din ve kavme mensup toplulukların kendilerine ait takvimlerinin olduğu görülmektedir. Bu takvimler genel olarak, Dünya’nın Güneş etrafında izlemiş olduğu bir devri (şemsî takvimler) veya Ay’ın Dünya etrafında dolanımını (kamerî takvimler) esas almakta ve o topluluk için çok büyük önem arz eden bir olayı yılbaşı olarak kabul etmektedir. Miladi takvimin kökeninde, M.Ö. VIII. yüzyılda Romalılar tarafından kullanılan 10 aylık bir takvimin bulunduğu görülmektedir. Mart ayı, gündüz ve gecenin eşit olması ve hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilmesi sonucu ilk ay olarak seçilmişti. 10 aylık bu takvimde 60 gün eksik kaldığı için, Ocak ve Şubat adları ile iki ay daha eklenerek takvim 12 aylık bir takvim olarak tamamlanmıştır. M.Ö. 46 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Julius Caesar (Jül Sezar) (Jülyen takvimi Sezar’ın adından gelmektedir), takvimde bazı değişiklikler yapmıştır. Aylar 30 ve 31 gün olacak biçimde iki şekilde düzenlenmiş, bu durumda, yılın son ayı Şubat’a 29 gün kalmıştır. Şubat, ancak 4 yılda bir 30 gün olma şansını elde etmiştir. Caesar, sonradan Ocak’ı yılın ilk ayı olarak ilan etmesine rağmen, Şubat’ın gün sayısı değişmemiştir. Caesar’ın ölümünden sonra, Romalılar, İmparatorlarının anısına Quintilis (Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirmiştir. Julius Caesar’dan sonra tahta çıkan Augustus kendi şerefine, Sextilis (Ağustos) ayının ismini kendi ismi ile değiştirerek, bu aya August adını vermiştir. Ancak Caesar’ın ayının 31 gün, Augustus’un ayının ise 30 gün çekmesi olacak şey değildi. Bu eksiklik de, 29 gün olan Şubat’tan bir gün daha alınmak ve Ağustos’a eklenmek suretiyle giderilmiştir. Ancak, Jülyen takviminin dünyanın dönencel takvimine tam olarak uymaması nedeniyle, Roma’da Papa VIII. Gregorius’un inisiyatifi ile bir toplantı yapılmış ve takvim hatasının giderilmesine yönelik 4 Ekim 1582 Perşembe gününü doğrudan doğruya 15 Ekim Cuma gününe bağlama kararı alınmıştır. Papa VIII. Gregorius’un ismine atfen, bu takvime Gregoryen Takvimi denmiştir. Gregoryen takvimi Fransa’da 1582 yılında kabul edilmiş, 1582 yılının 9 Aralık’ından hemen sonra 20 Aralık’a geçilmiştir. Bu değişiklik önce Danimarka, Hollanda, Polonya, Macaristan, Portekiz, İspanya ve Almanya’da kabul görmüş; İngiltere 1752’de, İsveç 1753’de, İrlanda 1782’de, Japonya 1873’de, Çin 1912’de, Bulgaristan 1916’da, Rusya 1918’de, Yunanistan 1923’de, Ürdün 1924’de ve Türkiye 1926’da Gregoryen Takvimi denilen bu takvimi kabul etmiştir.
- İslam dünyasında, hicretten on altı yıl sonra (638), dönemin halifesi Hz. Ömer’in emriyle Medine’de bir meclis toplanarak, tarih meselesine bir çözüm bulunması istenmiştir. Ashaptan bazıları ilk vahyi, bazıları Hz. Muhammed (sav)’nin irtihalini yıl başlangıcı olarak teklif etmişlerse de, Hz. Ali’nin teklifi sonucu Mekke’den Medine’ye hicretin başlangıç olma görüşü ağırlık kazanmış ve netice olarak, hicretin İslâm tarihinin başlangıcı, Muharrem’in yılın ilk ayı ve o yılın 17. hicret yılı olduğu kabul edilmiştir. Böyle bir uygulamanın konulmasına sebep olarak şu iki husus gösterilmektedir. Hz. Ömer devrinde ibraz edilen bir borç senedinde ödeme için vâde tarihi olarak gösterilen Şaban ayının, geçen yılın mı yoksa gelecek yılın mı olduğu kestirilememişti. Ayrıca aynı dönemde Basra valisi olan Ebu Musa el-Eş’arî’den gelen bir yazıda; hilâfet makamından gönderilen kâğıtların hangisi önce hangisi sonra olduğu ve hangisinin hükmüyle hareket edilmesi gerektiğinin bilinmediği cihetle, bu sorunun acilen halledilmesi isteniyordu. Bu nedenlerle, hicreti esas alan ay takvimi İslam tarihine başlangıç teşkil etmiştir.
- Osmanlılar da, önceki İslâm devletleri gibi Hicrî kamerî takvimi kullanmıştır. Ancak Hicrî kamerî sene mevsimlere göre tayin olunmadığı için, geliri ve askerî düzeni toprak hâsılâtına sıkı sıkıya bağlı bulunan Osmanlı Devleti’nde bazı sıkıntılara sebebiyet vermiştir. Toprak mahsûlleri şemsî takvim esasına göre elde ediliyor; kamerî takvim ile arada 11 günlük bir fark bulunduğu için beytülmâl-i müslimîn (devlet hazînesi) zarara uğruyordu. Bunun üzerine, 1678 senesinden itibaren sadece malî hususlarda malî sene adıyla, halkın Romalılardan alındığı için Rûmî takvim dediği, Jülyen takvimi kabul edilmiş; ancak yıllar yine hicret esasına göre hesaplanmıştır. 1840 tarihinden itibaren yalnız mali muamelatta kullanılan malî senenin kullanılma sahası genişletilerek bütün resmî muamelatta bu takvim kullanılmaya başlanmış; Hicrî takvim de bunun yanısıra kullanılmaya devam etmiştir. Maaş ve ücretler Rumi aya göre ödendiği için çalışanlar tarafından büyük önem atfedilmiştir. Rumi takvim geleneğinden kalma 1 Mart’ın mali yıl başlangıcı olması uygulaması Cumhuriyetten sonra 1983 yılına kadar uygulanmıştır.
İslam dünyasında Selçuklu Sultanı Celâleddin Melikşah örneğinde olduğu gibi, Güneş hesabına dayalı, ancak başlangıç yılı hicrete göre tespit olunan takvimlerin de mevcut olduğu görülmektedir. İranlıların kullandığı Güneş yılı esasına göre hazırlanan takvimde ise 21 Mart yılbaşı (Nevruz) olarak kabul edilmiştir. Aylar, burçlara göre sıralanmıştır. Bu takvim hava durumlarını da bazı yanılmalarla belirtmektedir.
- Miladi takvime geçiş, Batı ile ticari ve siyasi alanlarda yaşanan uyumsuzluğu gidermek üzerinden meşrulaştırılmıştır. Miladi takvim ile Rumi takvimin yılbaşları farklı olduğundan (biri 1 Ocak, diğeri 1 Mart) ve aralarında gün farkı bulunduğundan, 1917 yılında çıkarılan Kanunla Rumi takvim ile Miladi takvim arasındaki 13 günlük fark giderilmiş, 1918’deki Tamim ile de, 1 Ocak, Rumi takvimde de yılbaşı olarak sayılmaya başlamıştır. 1925’te çıkarılan 698 sayılı Kanun ile, Rumi takvim yürürlükten kaldırılmış, 1 Ocak 1926’dan itibaren Miladi takvim kullanılmaya başlanmıştır. Takvim ile ilgili son değişiklik Behçet Kemal Çağlar’ın önerisiyle 10 Ocak 1945 tarihinde gerçekleşmiştir. 10 Ocak 1945 gün ve 4696 sayılı “Bazı Ay Adlarının Değiştirilmesi Hakkında Kanun” ile Teşrinievvel ayı Ekim, Teşrinisani ayı Kasım, Kanunuevvel ayı Aralık, Kanunusani ayı Ocak olarak değiştirilmiştir.
- Noel, her yıl dünyadaki Hıristiyanların çoğunluğu tarafından 25 Aralık’ta kutlanmaktadır. Bazı Doğu Kiliseleri ise, Jülyen takviminde 25 Aralık’a denk gelen 7 Ocak’ı Noel olarak kutlamaktadır. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde pratik olarak Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilmektedir. İznik konsülü dönemindeki İmparator Konstantinos, Aralığın son haftasını Noel haftası ve bu ayın son gecesini (31 Aralık) Noel gecesi ilân etmiştir. Noel ile yılbaşı arasında yakın bir ilişki var olmasına rağmen, eski Diyanet İşleri Başkanlarından biri tarafından 30/12/2003’te yapılan açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir: “Eski Romalılarda yılbaşı olarak kutlanan ve Orta Çağdan itibaren Hıristiyan toplumlarca da yılbaşı olarak kabul edilmiş olan 1 Ocak tarihi, XIX-XX. yüzyıllardan itibaren (şüphesiz batının kültürel etkisiyle) dünyanın birçok halkı tarafından benimsenmiştir. Bugün dünya genelinde yılbaşı kutlamaları, dinsel bir bağlamdan öte kültürel bir anlam ifade etmekte; insanlar yeni yıla yönelik iyilik, bereket, refah, huzur ve barış beklentilerini yeni yıl kutlamalarında dile getirmektedirler. Dolayısıyla yeni yıl kutlamaları; tıpkı içinde farklı ekonomik ve sosyal amaçları da barındıran anneler-babalar günü, işçi bayramı, doğum günü kutlamaları gibi evrensel kültürün bir parçası olarak üretilen ve geliştirilen, sonuçta bütün insanlığa mal olan olumlu bir davranış biçimi olarak görülmelidir. Ancak bu kutlamaları dinsel ve kültürel değerlerimize aykırı birtakım âdet ve geleneklerle birlikte düzenlemek, kutlamalar esnasında kamuoyunu rahatsız edici ya da dinimizin emir ve yasaklarına, genel ahlâka ve toplumsal kurallara aykırı davranışlarda bulunmak kesinlikle doğru değildir.” Bu hususta Yeni Şafak Gazetesi yazarı Akif Emre, Diyanet İşleri Başkanlığı açıklaması ile yılbaşı kutlamalarına meşruiyet zemini hazırlandığını ifade ederek, “Türkiye’de yılbaşı kutlamalarını, bireysel tercihlerden çok toplumsal bir projenin, daha doğrusu batılılaşmanın önemli bir taşıyıcısı olarak görüldüğü için ideolojik bir çerçevede ele almadan anlamlandırmak mümkün değildir.” değerlendirmesini yapmıştır. Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç ise, “Kimileri ‘Miladi takvim bir Roma takvimidir. Roma, Hıristiyan olmadan evvel de bu takvimi kullanmaya başlamıştır (MÖ 46). Esas adı Jülyen takvimidir. Bunun da kaynağı 25 Aralık’a denk gelen Noel’dir. Halbuki bu iki gün (25 ve 31 Aralık) arasında tarihsel bağ yoktur. Onun için yılbaşını rahatlıkla kutlayabilirsiniz’ deyip kendilerini rahatlatmak isteyecektir. Roma veya Batı Hıristiyanlığı, her ikisi aynı mecrada akmışlardır, ortak kültürel değerlerdir. Müslümanların bunların geleneklerini veya âdetlerini taklit etmeleri ‘Kim bir kavme benzerse’ hükmüne muhatap olmalarına sebep olur” ve “Yılbaşı kutlamaları ‘görünmez kilise’ doktrini çerçevesinde Batılı değerlerin ve yaşama tarzının evrenselleştirilmesidir.” şeklinde yılbaşı-Noel ayrımı yapılarak yılbaşı kutlamalarının meşrulaştırılmasına itirazını dile getirmiştir.
- Bir diğer tartışma da, geçtiğimiz yıllarda Kutlu Doğum Haftası Etkinliklerinin zamanlamasına yönelik olarak yaşanmıştır. Bilindiği üzere, Kutlu Doğum Haftası Etkinlikleri ilk defa Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında Hicri takvim esas alınarak kutlanmaya başlamış, ancak 1994 yılından itibaren Peygamberimizin miladi doğum günü olan 20 Nisan tarihi esas alınarak kutlamalara devam edilmiştir. Ancak 20-26, 16-22 Nisan gibi tarihlerde yapılan bu etkinlikler, bazıları tarafından hükümetin sistemli bir planı olarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na alternatif kutlama olarak gösterilmiş, bazıları da bu uygulamanın Hicri takvime göre ifa edilen ibadetlerin Miladi takvime göre sabitlenmesinin önünü açması gerektiği yönünde görüş serdetmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı yayınladığı genelge ile, 2008 yılında Kutlu Doğum Haftası etkinliklerini bu tarihlerin dışına taşmayacak biçimde 14-20 Nisan tarihleri arasına almıştır.
- Takvimin tarihi ve kültürel yapı ile doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Gazeteci-yazar Abdurrahman Dilipak, “Kilise Takvimi ile Mesih’in yeryüzünde belirmesinden, hizmeti, hayatı ve yeniden Kutsal Ruh’un gelişine ve bundan sonraki zamana yeniden girer ve böylece bütün bu dönem boyunca olan Mesih’in hizmet ve öğretisine bir düzen içinde bakmış olur bir Hıristiyan… Bütün bunları yaparken, kendi teolojisi açısından ‘Tanrı’nın Eski Ahit boyunca kendini açıklayışını, emirlerini, vaatlerini ve yasaklarını bir bütünlük içinde görür ve Yeni Ahit’in öğretisinin Eski Ahit ile olan bütünlüğüne tekrar ve tekrar tanık olur.’” tespitini yapmakta, Prof. Dr. İskender Pala da, “Bir milletin takvimi onun tarihi demektir. Takvim bize geriye doğru düşünme imkânı verir ve kodlarımızın derinliğini, sağlamlığını, kadimliğini gösterir. Mesela Çin bizim on iki hayvanlı takvimimize benzer bir takvim kullanır ve bir Çinli bu geleneksel takvim sayesinde on beş bin yıl geriye doğru kendi tarihinin sınır taşlarını hatırlar, söz gelimi sekiz bininci yılda milletinin başına gelenleri hafızasında tutar. Bu ona kimlik verir. Yahudiler 29 veya 30 günlük ayları olan ve bir yılı on iki, bazen on üç ay süren bir kameri takvimi altı bin yıldır kullanırlar. Bu onların genlerinde geçmişe doğru bir aidiyet hissini ayakta tutar ve tarihi unutturmaz. Japon takvimi Şinto kaç bin yıldan beri hâlâ aynıdır ve bir Japon bununla gurur duyar. İmdi, bu takvimlerin Miladi takvime göre çok kullanışlı olduğu söylenemez, ama hiçbir Yahudi veya Japon bunu değiştirmeyi düşünmez. Üstelik değiştirmedikleri sürece dünya milletleri arasında geri kaldıkları, çağdaşlıktan uzak düştükleri fikrine de kapılmazlar. Onlar bilirler ki takvim değiştirmek, hafızayı değiştirmektir. Sanki zamanı bir yerinden yırtıp asıl parçayı saklamak gibi… Takvimi değiştirdiğiniz vakit kimliksiz, tarihsiz, hafızasız bir millet olma tehlikesi vardır. Çünkü o zaman size kimlik veren geçmiş olayları kendi medeniyet birikiminize göre değil, kabul ettiğiniz yeni takvime göre anlamlandırmaya başlarsınız. Hatırladığınız tarih ve geçmiş, sizin yaptığınız tarih değildir artık. Siz orada etken konumdan edilgen hale düşersiniz ve tarihsel başarılarınız, icatlarınız, keşifleriniz, dünyaya yaptığınız katkılar hep yeni takvimin sayfalarına işlenir. Mesela Konstantinopol 857’de değil 1453’te fethedilmiş olur ve tabii ‘Belde-i Tayyibe’ fikri aradan kalkıverir. Ayasofya algısı Eyüp Sultan algısından önde durur ve İstanbul’un Konstantinopol kimliğini baskın kabul etmeye hazır hale gelirsiniz. En basit tanımıyla Hicret’ten koparılıp Noel’e bağlanır, Noel kutlamaları için özel ve tüzel hazırlıkları arttırırsınız. İşin ilginç yanı bu değişikliği de laiklik adına yapmış, Hicri takvimden kaçıp Gregoryan takvime kapılanmışsınızdır. Hak Peygamber’den kaçıp Papa’ya sığınmak yani…” sözleri ile takvimin bu yönüne dikkat çekmektedir. Mustafa İslamoğlu ise, bu durumu şu sözleri ile değerlendirmektedir: “Zaman algısındaki bu kökten kırılma, kendi üretip kutsadıkları ideolojilerin arkasına sığınan egemen sınıfların giderek zamanı kaybetmelerine yol açtı. Bu ülkede kendini `çağdaş` sanan bir sürü `çağdışı` kafalının, kendini `modern` sanan bir yığın `pre-historik çağ` yabanının, kendini `ilerici` sanan bir dolu `geriler gerisinin` varlığı, ancak zaman algısındaki bu kökten kırılmayla açıklanabilir. Adam sırtına akademik unvan kıyafeti olarak, başka bir kültürün kendi zamanına ait papaz cübbesini geçirmekle iftihar ederken, kendi vatandaşının kendi zamanına ait cübbesini görünce cinleri-şeytanları tepesine çıkıyorsa, bunu neyle açıklarsınız? Putperest kuzey kültürüne ait bir hurafe olan Noel Baba efsanesinin kahramanının sakalına hayran olup kukuletasını başına geçirirken, kendi zamanlarının yırtılmasına izin vermeyen insanların sakalına ve sarığına olan düşmanlık ve kinini nasıl izah edeceksiniz? Dahası Papa III. Gregoryus`un takvimini savunurken içine düştüğü komikliği göremeyen bu zavallının, kendi zamanına karşı duyduğu bu akıl dışı nefret ve başkalarının zamanına duyduğu bu abartılı hayranlığı hangi psiko-patolojiyle teşhis edeceksiniz? Zaman algısındaki bu kırılma, oradan mekân algısına da sirayet etti. Zaten bu beklenen bir sonuçtu. Çünkü zaman, mekânın hareketinden başka bir şey değildi. Takvim de, asli dili olan Arapça`da, `ölçme, değerlendirme, kıymet biçme, konum belirleme` anlamlarına geliyordu. Kendi zamanlarını kaybedenler, aslında sadece zamanı değil, başta mekân olmak üzere, insanı, eşyayı ve hayatı doğru bir biçimde ölçme-değerlendirme yetisini kaybetmeye adaydırlar. Bugün de yaşanan budur.”
- Takvim[1] (kıymet) hükmümüzü verelim:
- Güneşi ve Ay’ı bir âyet olarak yaratan ve “..Güneşi ve Ay’ı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. (En’âm, 96)” ile “Güneş ve Ay bir hesaba göre hareket etmektedir. (Rahmân, 5)” buyuran da Yüce Rabbimizdir. Bu anlamda, insanların takvimleri kamerî veya şemsî olarak hesaplayabilmeleri ve dünyevi-uhrevi muamelelerini düzenleyebilmeleri Rabbimizin onlara sunduğu nimetler kabilindendir.
- Takvimler, hem bir takım toplumsal ihtiyaçları karşılama gerekliliğinden ortaya çıkmış, hem de ait olduğu toplumun kültürel kodlarını massetmiştir. Bu anlamda, bir takvim kullanılacağı yerdeki ihtiyacı en rasyonel biçimde karşılaması yönüyle teknik boyutuyla, bir milleti millet yapan tarih, kimlik ve benzeri kavramlar açısından da kültürel boyutuyla irdelenmek durumundadır.
- Burada, temel sorun, bir takvimin kamerî veya şemsî olmasından ziyade, bu takvimin başlangıç olarak hangi tarihi ve referansları esas alacağında düğümlenmektedir. Kamerî ve şemsî takvimler ilahi düzenin zamansal ritmini tutan ölçüler, Miladî veya Hicrî takvimler ise söz konusu ölçülerin milletlerin kültürel filtrelerinden geçmiş formlarıdır.
- Şemsî takvimin dünyevi işlerin etkin biçimde yürütülmesine katkı sağladığı, Batı’nın sosyo-kültürel ve tarihsel anlamda bu takvimin referanslarına dini öğeleri katarak, bir başka ifadeyle, teknik altyapı üzerine ustaca kültür kodlarını montajlayarak Miladî takvimi oluşturduğu ve bunu da evrensel bir sistem olarak tüm ülkelere ihraç edebilme başarısını sağladığı görülmektedir[2].
- Mevcut Miladî takvimin oluşumunda, beşerî faktörlerin etkisi büyük olup, anılan takvim kâinattaki ilahi ve fıtri düzene uymaktan uzak durumdadır. Kış mevsiminin ortasındaki bir tarih olan 1 Ocak’ın yılbaşı olması, Şubat ve Ağustos gibi ayların siyasi uygulamalarla şekillenmesi bu iddiamızı ispat eder.
- Ülkemizde takvime yönelik yapılan reformların, modernleşme serüvenine paralel biçimde gerçekleştiği göze çarpmaktadır. Şemsî esasa dayanan ancak hicreti de referans alan, bir anlamda gelenek ile moderniteyi uzlaştırmaya çalışan bir arayışla Rumi takvimin uygulamaya konduğu, ancak Cumhuriyetle birlikte modernleş(tir)menin tümüyle Miladi takvime entegrasyonla tamamlandığı görülmektedir.
- Dünya işleri bir nevi sabitliği gerektirmekte, ahiret işleri ise hakikatın diğer yüzü olan faniliği bize telkin etmektedir. Bir başka ifade ile, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerimizin sağlam ve sabit olması gerekirken, yarın ölecekmiş gibi de gerçek önemi ahiret işlerine vermemiz gerekmektedir. Bu yönüyle, şemsî takvimin dünyevi muamelelerde, özellikle mevsimleri gözeten, ölçülebilirliğin büyük önem arz ettiği mali alanda takip edilmeye daha uygun olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, gerek naslarla belirlenmiş olması, gerek ibadetlerin farklı mevsimlerde ifa edilmesine imkân vermesi, gerek İslam tarih ve kimliği ile bağlantıyı muhafaza etmesi ve gerekse dünyanın fani oluşunu ve esas yurdun ahiret olduğunu zihinlere ihtar etmesi yönüyle kamerî takvimin dini ibadet ve tatbikatlarda esas alınması gerektiği değerlendirilmektedir.
- Miladi takvim de, İngilizce lisanında olduğu gibi, ticaret, siyaset ve toplumsal yapıların küresel çapta entegre edildiği bir dönemde, egemenliğini değiştirilemez algısıyla perçinlemiştir. Bununla birlikte, güçler dengesinde söz söyleme konumu ihraz edildiğinde, dünya işlerinin ifasında her toplumun kendi takvimini uygulayabileceği bir vasatın oluşmasına katkı sağlanabilir veya dini/etnik ve benzeri referanslardan arınmış ve fıtri yasalara uyumlu (Nevruz ile başlayan ve burçlara göre ilerleyen takvimlerde olduğu gibi) şemsi esasta yeni bir takvimin evrensel olarak hayata geçirilmesi yönünde çaba harcanabilir.
- Gerek Kutlu Doğum Haftası’nın Miladî takvime göre kutlanması hususunda; gerek Hicri takvime göre kutlanan Mevlid kandilinin mevcut olması, gerek dini ibadet ve adetleri Hicri takvime göre yaşama geleneğinin var olması ve gerekse Miladi takvimin bu uygulama ile zihinlerde meşrulaşmaması gereği göz önüne alınarak, Mevlid kandilinin içinde olduğu haftanın Kutlu Doğum Haftası olarak kabul edilmesinin daha uygun olacağı değerlendirilmektedir. Burada, sırf garaz sahipleri itiraz etti diye, DİB’nin bu haftayı 14-20 Nisan arasına taşımış olmasının, üzücü olduğunu belirtmek gerekir. Mekke Fethi’nin 31 Aralık’ta Miladi takvime göre özel bir önem atfedilerek kutlanmasının esas nedeninin, yılbaşı kutlamalarında gaflete düşülmemesini amaçlamak olduğu görülmektedir.
- Her ne kadar teknik anlamda Noel ve yılbaşı birbirinden farklı zamanları ifade etse de, gerek Eski Roma’da yılbaşının 1 Ocak olarak kabul edilmiş olması ve gerekse Hz. İsa’nın doğumunun Noel haftasının son günü olarak 1 Ocak ile özdeşleştirilmesi sonucu, yılbaşının Batı kültürünün temel bir parçası haline geldiğini görmek ve “yılbaşının evrensel kültürün bir parçası olduğunu” söylemenin yılbaşı kutlamalarını meşrulaştırmaya hizmet ettiğini kabul etmek gerekmektedir.
“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuuruna ermemiz dileği ile…
Dr. Naim Tatlıcı
(7964)
kez okunmuştur.
[1] Takvim, Arapça`da, değerlendirme ve kıymet biçme gibi anlamlara gelmektedir.
[2] Bu durum, bir zamanlar camilere kadar girmiş, çan sesli duvar saatlerine benzemektedir.
(7964)
View Comments
Allah razı olsun elinize sağlık çok güzel bir anlatım çok sade herkesin anlayacagı dilden cevaplar inşallah devamını bekliyoruz
Çok güzel bir makale hazırlanmış, Baştan sona harika beğeniyle okudum. Teşekkür ederim.
Emeğinize kaleminize sağlık...