Kader/alınyazısı, hem sebeple, hem de sebebin meydana getirdiği sonuçla ilintilidir. Bu anlamda, bir sonucun, o sonuca vesile olacak sebeple birlikte takdir edilmesi söz konusudur. Arkadaşı tarafından silahla öldürülen bir adamın durumunu düşünelim. “Arkadaşı silahla vurmasa, o anda başka bir sebeple (trafik kazası, kalp krizi vb.) ölmeyecek miydi?” denmesi doğru olmaz. Zira kader, o adamın ölmesini, katilin silahından çıkacak kurşunla birlikte tayin etmiştir. “Silah atılmasaydı, her halükarda yine ölecekti” yaklaşımı, doğru bir kader anlayışını yansıtmaz, bu görüş, Cebriyye[1] -kaderci anlayış da diyebiliriz- mezhebinin görüşüdür. Cebriyye sebebe ayrı, sonuca ayrı bir kader tasavvur etmiştir; bir başka deyişle, sebep ne olursa olsun aynı sonucun olacağını düşünen ve cüz’i iradeyi yok sayan bir kader anlayışına sahiptir. Buna karşılık, “silah atılmasaydı, ölmeyecekti” yaklaşımı da, doğru bir kader anlayışını yansıtmaz, bu görüş, Mutezile -cüz’i iradeci anlayış da diyebiliriz- mezhebinin görüşüdür. Mutezile kaderi inkâr etmiş ve kaderi yok sayan bir cüz’i irade anlayışına sahip olmuştur. Bu anlayışa göre, sebep yoksa, sonuç da yoktur. Halbûki, Ehl-i Sünnet anlayışına göre, kaderde belirlenmiş sonuç belirli bir sebeple birlikte takdir edilmiştir: “Silah atılmasaydı, ölecekti veya ölmeyecekti biçiminde hüküm vermemiz doğru değil, varsayım üzerine hüküm verilmez, bizce ölüp ölmeyeceği meçhul”.
Bu değerlendirme “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!… (Nisa, 78)” âyeti ile çelişiyor mu sizce? Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlatılan kıssayı hatırlamakta fayda var. Hikâyede bir adam korkuyla Hz. Süleyman’a gelir, Azrail’in kendisine hışımla baktığını söylerek, ölümden kurtulabilmek için Hz. Süleyman’ın rüzgâra emretmesini ve kendisini Hindistan’a göndermesini ister. Hz. Süleyman, rüzgâra emreder, adam Hindistan’a ulaşır. Ertesi gün Hz. Süleyman, Azrail’i görür ve o adama neden öfkeyle baktığını sorar. Hz. Azrail, öfkeyle değil, hayretle baktığını, çünkü Cenab-ı Hakk’tan o adamın ruhunu Hindistan’da almak için emir aldığını, orada görünce bir gün sonra adamın Hindistan’a nasıl gideceğine şaşırdığını, ama sabahleyin adamı Hindistan’da bulup canını aldığını söyler. Bu kıssa, hem ölüm zamanı gelen kulun öleceği yere kendi seçimi ile gittiğini, hem de kaderde yazılmış takdirden kaçış olmayacağını çok güzel biçimde izah etmektedir.
Dr. Naim Tatlıcı
(5141)
[1] Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de insanlar, “kadercilik” ile “insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi” inanışları arasında gidip gelmektedir. Kader konusunda temel olarak üç farklı görüş bulunmaktadır. Cebriyye mezhebine göre, insan, iradesi olmayan, iradesinin tesiri olmaksızın fiil ve hareketlerini tamamen ezelde yapılmış takdire göre yaşayan bir varlıktır. Halbûki, Cenâb-ı Hak şerleri zorla kullarına işletip, sonra cehenneme atmak gibi bir zulümden münezzehtir. Ayrıca, insanın cüz’î iradesi ve mükellefiyeti olmazsa, o takdirde kitapların indirilmesi ve peygamberlerin gönderilmesi ve kâinatın yaratılışı hikmetsiz ve mânâsızdır. Mûtezile mezhebi ise, kötülükleri Rabbimizin takdir etmediğini ve yaratmadığını iddia ederek, kulun iradi fiillerini Allah tarafından verilmiş bulunan kudretle kendisinin yarattığını söyler. İnsanların işlediği kötülükleri Hak Teâlâ’nın yaratmasını, O’nun azamet ve şânına lâyık görmediklerinden, şer fiilleri kulun yarattığını ileri sürmüşler ve en sonunda “insan fiillerinin yaratıcısıdır” sonucuna varmışlardır. Ülkemizde zaman zaman geleneksel kesimler Cebriyye’ye yakın, modern kesimler de Mutezile’ye yakın ifadeleri dile getirebilmektedir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kulun iradi fiilerindeki hissesini, “kesb/işleme” kavramı ile ele almıştır. Ne Cebriyye’nin iddia ettiği gibi kul yaptığı işleri zorla yapmaktadır, ne de Mutezile’nin iddia ettiği gibi fiillerin yaratıcısı kendisidir. İnsanın iradi olan fiil ve hareketlerinde kesbi/işlemesi/talebi sözkonusudur.
(5141)
Speak Your Mind