Bilindiği üzere, gerek İslam’da, gerekse birçok dini inanç ve felsefi yaklaşımda, evreni yaratan Zat’ın, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak surette iyi olan bir varlık olduğu kabul edilmektedir. Diğer yandan, bu sıfatları haiz bir Yaradan tarafından yaratılmış olan evrende bazı “kötülük”lere şahit olunmaktadır. Burada, “nasıl olur da, mutlak kudretli ve iyi bir Yaratıcının yarattığı evrende kötülük var olur?” sorusu akla gelmektedir. Bazı filozoflar tarafından din aleyhinde kullanılmaya çalışılmış olan bu soru(n), kötülük problemi olarak ifade edilmiş ve birçok âlim ve filozofun zihnini meşgul etmiştir. Epikür, Platon, Augustinus, Hume, Leibniz, Farabi, İbni Sinâ, İmam Gazali ve Bediüzzaman gibi birçok kişi eserlerinde bu soruna yer vermiştir.
İngiliz filozofu David Hume, Epikür’ün sorusunu şöyle formüle etmiştir: “Rabbimiz, kötülüğü önlemek istiyor, ancak gücü yetmiyorsa, -haşa- güçsüzdür; gücü var, ancak kötülüğü önlemek istemiyorsa, -haşa- kötüdür. Hem kudretli, hem de iyi ise; o zaman bu kadar kötülük nasıl meydana geliyor?” Din felsefesinde, bu sorulara cevap bulma çabasına genel olarak “teodise” denilmiştir. “Teodise” kavramı, Grekçe’de Tanrı ve âdalet anlamına gelen iki kelimenin birleştirilmesinden oluşmuştur. Din felsefesinde teodise, kötülük olgusu karşısında “Tanrı’nın adaletini savunmak, Tanrı’nın kötülüğün var olmasına neden izin verdiğini çözümlemeye çalışmak” anlamlarında kullanılmaktadır.
Kötülük, yaşamla ilişkili olan tüm olumsuz durumları ifade eden bir kavram olup, temel olarak iki kategoride ele alınmaktadır: Doğal (fizikî) ve ahlakî kötülük. Doğal kötülük, acı ve sıkıntılara neden olan hastalık, yangın, deprem vb. musibet mahiyetindeki (doğa kaynaklı) olayları betimlemektedir. Ahlakî kötülük ise, adaletsizlik, yalan, öldürme, hırsızlık yapma gibi insan iradesi ile işlenen, sorumlusunun insan olduğu (insan kaynaklı) eylemleri ifade etmektedir. Leibniz, bunlara bir de “metafizik kötülük” kavramını eklemiştir. Metafizik kötülük, evrenin sonlu, sınırlı ve eksik olduğuna (mükemmel olmadığına) işaret eden bir kavramdır. Doğal kötülüklerin önemli bir kısmının kaynağı, yine ahlaki kötülüklerdir. Buna, insanoğlunun çevreye verdiği zararların, doğal afete dönüşerek, bir bumerang gibi kendisine zarar olarak dönmesi örnek olarak verilebilir.
Kötülük problemine yönelik farklı açılardan birçok cevap verilmiştir. Bazıları kötülüğü gerçek anlamda var saymayarak, bazıları onu maddeye bağlayarak, bazıları kudreti sınırlı bir ilah anlayışı ortaya atarak, bazıları da birden fazla ilâh kabul ederek meselenin üstesinden gelmeye çalışmışlardır.
Konuya ilişkin şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
Kötü olarak algılanan her durumda kötülük gerçekten mevcut mudur?
Meşhur kıssadır: Ateist bir genç, muhterem bir âlime sorar: “Allah, neden beni yaratmadan önce bana görüşümü sormadı?” Mübarek zat, derinlerden derin hikmet yüklü cevabı verir: “Evladım, sen yoktun ki, sana sorsun!” Varlığı idrak edebilmesi ve itiraz edebilmesi dahi ancak “var edilmeye” bağlı olan bir varlık, hangi hakla Allah’a itiraz edebilmektedir? Cenab-ı Allah, mülkün tek sahibi olup, mülkünde istediği şekilde tasarruf eder.
Var olmak, başlı başına bir hayır ve bütün güzelliklerin esasıdır. Yüce Rabbimiz, kainâtı yoktan yarattığı için, kainâtta asıl olan iyiliktir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler varlıktan ortaya çıkmakta, bütün fenâlıklar, şerler, musibetler ise yokluğun bir yansıması olarak belirmektedir. Kötü olarak algıladığımız olaylar aslında, ya iyiliğin olmaması durumunu ya da aslî olmayan, büyük ve hakiki iyiliğe tabi küçük durumları ifade etmektedir. Örneğin, karanlığın bizzat bir varlığı yoktur. Işığın olmaması, karanlığı ortaya çıkarmaktadır. Nasıl ki karanlık, “ışığın yokluğu” durumunu ifade ediyorsa, kötülük de “iyiliğin yokluğu”nu belirtmektedir. İnsanlarda aslolan sağlıklı olmaktır. Hastalık hali, sağlığın bozulması/yok olması anlamında bir kötülüktür. Mikroalemlerden makroalemlere kadar mükemmel bir nizam ve ahenkli bir işleyişin göze çarptığı kainâtta, kötülükler, bu düzenin aksaması sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlu, hem hayra, hem de şerre kabiliyetli bir varlık olarak; tam bir hayır hali içinde bulunan meleklerden, tam bir şer hali içinde bulunan şeytanlardan ve ne hayra ne de şerre kabiliyeti olan olan hayvanlardan farklı olarak yaratılmış olup, yeryüzüne imtihan için gönderilmiştir. Bu dünyanın bir imtihan yeri olarak “fâni” biçimde yaratılmış olması, ilahi hikmet olarak nizamın işleyişinde kesintilerin olmasını da gerektirmektedir. Kâinattaki gelişme ve bozulmalar, değişme ve dönüşmeler, canlıların birinin gidip diğerinin gelmesini, bir başka ifadeyle, ölümle hayatın bir arada olmasını gerekli kılmaktadır.
Nitekim Kur’an’da da, insanın hem ahsen-i takvimde yaratıldığı belirtilmekte, hem de zayıf olduğuna vurgu yapılmaktadır. Âdeta, varlıklarda mükemmellikle zaaf cem edilmiş gözüküyor. Örneğin, “göz”de mükemmel bir kudret tecellisi müşahede etmemiz, “göz”ün faniliğe uygun biçimde bozulma ve zarar görmeye yatkın bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu anlamda, metafiziksel olarak, kötü olarak algılanan olayların olması gereklidir. Kötülüksüz bir dünya hayal edenlerin, tasvir ettiği yer Cennet gibi durmaktadır. Bu dünyada zıtlar bir arada olacak, birbiriyle mücadele edecek ve çirkinliği olmayan güzellikler Cennet’e sevk edilirken, güzelliği olmayan çirkinlikler de Cehennem’e sevk edilecektir.
Kötü olarak algıladığımız şeyler gerçekten kötü müdür?
Aklımızın ve idrakimizin sınırlı olduğunu bildiğimiz halde, evrende gerçekleşen bir icraatın tüm yönlerine vakıf olmuşuz gibi hükümde bulunmak ne kadar yanlıştır. Bizim bilgimiz sınırlı, cüzi ve kısmî iken, Rabbimizin ilmi mutlak ve her şeyi kuşatıcıdır. Eşya ve hadiselerin bizim görebildiğimizin ötesinde birçok boyutu bulunmaktadır. Bu anlamda, çirkin gibi gözüken bir olayın hakikatında birçok güzellikler gizlenmiş olabilir. “O ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı… (Secde, 7)” ayetinden anlaşılacağı üzere, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir ya da neticeleri cihetiyle güzeldir. Bahar mevsiminde, fırtınalı yağmur ve çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçeklerin ve muntazam bitkilerin tebessümleri saklanmıştır. Güz mevsiminin hüzünlü ayrılık perdeleri arkasında, kış mevsiminin celâlî tecellilere mazhar olumsuz etkilerinden korunması amacıyla nazlı çiçek ve hayvancıkların “hayat vazifesinden terhis edilmesi” faaliyeti bulunmaktadır. Kış mevsiminin soğuk perdesi arkasında, taze ve güzel bir bahara zemin hazırlanmaktadır. Sağlık bizzat güzelken, hastalık sonuçları ile güzeldir. Hastalık günahlara kefâret olup, insana âczini ders verir. Bu yönüyle, o da bir nimettir.
Kâinattaki olumsuz gözüken birçok olay, yeteneklerin gelişmesine imkân verir. Örneğin, atmaca kuşunun serçelere ilişmesi, rahmete uygun değil gibi gözükse de, serçenin yetenekleri bu ilişme neticesinde gelişmektedir. Meleklerin ve hayvanların makam ve mertebelerinin sabit kalması, onlarla uğraşacak şeytanların mevcut olmamasındandır. İnsan ise, kendine ilişen şeytanlar sayesinde, yüceler yücesi bir makama yükselme veya aşağıların aşağısı bir seviyeye düşebilme kabiliyetine sahiptir. Kötü ve çirkin gibi yapılan değerlendirmelerin arkasında insanoğlunun bencilce yaklaşımı durmaktadır. Kaldı ki, bazı musibetlerin bu dünyaya bakan yönüyle hikmetini tam olarak kavrayamadığımız gerçeğinin yanında, bu dünyanın insanoğlunun uzun yolculuğunun küçük bir bölümünü oluşturduğunu dikkatimizden kaçırmamalıyız. Henüz tamamlanmamış (ebedi hayat kısmını henüz görmediğimiz) bir senaryonun küçük bir bölümündeki olaylara bakarak, tümü hakkında hüküm vermenin yanlışlığı ortadadır. Çekilen her bir sıkıntının ebedi hayatta mutlaka bir karşılığı olacaktır. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; ama onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını ve fakrını hissettirir. Kulunun kalbini kendisine çevirip, o insanın duygularına inkişâf verirse, çok az şey almış, ancak pek çok şeyler vermiş olur. Bu durum, görünüşte farklı olsa da, hakikatte Allah’ın o kuluna lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesinde olduğu gibi… Bir insan, muharebede şehit olur ve bu şehitlikle ahirette, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi!” derler. Allah (CC) dilediğine zenginlik verirken, dilediğine de fakirlik vermektedir. Allah’ın (CC) vermesi de, vermemesi de yerine göre hayırdır.
Şükrü eda edilebilen zenginlik ve sabrı barındıran fakirlik hayır iken, şımarma vesilesi zenginlik ve isyan aracı fakirlik de şer hükmündedir. Eski dönemlerde bedestenlerde ticarete başlamadan önce, sabah duasında “Allah’ım! Çok verip azdırma, az verip bezdirme.” deniyor olması boşuna değildir. Kâinatta mutlak anlamda şer yoktur. “Bir şey için, o şerdir” demek izafidir. Biri için şer olan bir şey, başkası için hayır olabilir. İnsanlar için şer olan bir şey, hayvanlar için hayır olabilir. Yabani hayvan tarafından parçalanan bir insanın durumu, kendisi ve çevresi için şer olabilir, ancak hayvan açısından değerlendirildiğinde, açlığını gidermiş, yavrusunu ve sürüsünü sevindirmiştir.
Kâinatta güzellikler aslî, kötülükler tâbi konumda olmasına rağmen, insanoğlu bunu tersine çevirmekte mahirdir.
Âlemlerin yaradılış hikmeti Rabbimizi (cc) bilmekse, O’nu bilmenin yolu da âlemde tecelli eden isim ve sıfatlarını anlamaktan geçmektedir. Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın “Ya Rabbi, bana eşyanın hakikatini göster!” diye dua etmiş olması, bu hakikate işaret etmekte… Bu manada, “hakiki mümin, eşyanın hakikatını gören, kâfir ise, zan ve vehimlerine hapsolarak hakikate ulaşamayan kişidir” desek yanlış söylemiş olmayız. Ne yazık ki, bir çok insan, şeytanın vesvesesi ve nefsinin aldatması ile, bardağın çoğunu kaplayan dolu kısmını görmek yerine, cüz’i miktardaki boş kısmını görmekte ve güzel görüp, güzel düşünüp, hayatından lezzet almak varken, suizan ve suinazar sarmalında boğulup gitmektedir. Rabbimizin Kur’an’da Zatını özellikle “Rahman ve Rahim” isimleri ile nazara vermesindeki hikmetin anlaşılamayarak, küfrân-ı nimet içine düşülmesi ne acıdır.
Büyük hayırlar yolunda küçük şerler olabilir. Bir başka ifadeyle, hayr-ı kesir için şerr-i kalil tatbik edilir.
Büyük âlim İmam Gazali, “imkân âleminde olandan daha iyisi yoktur. (Leyse fi’l-imkân ebde’ min-mâkân)” ifadesini kullanırken; bu yaklaşım, İmam Gazali’den etkilendiği tahmin edilen Leibniz’de “bu dünya, mümkün dünyaların en iyisidir.” ifadesi ile kendini göstermektedir.[1] Buna göre, tüm hikmetleri ile “en iyi kompozisyon”, varlığın bu biçimde yaratılması ile ortaya çıkmaktadır. Tek başına kötü olarak gözüken, bütünün içinde öyle olmayabilir veya ilk bakışta kötü olarak gözüken, sonuçları itibariyle öyle olmayabilir. Suda boğulanların veya ateşten zarar görenlerin olması, suyun ve ateşin varlığının kötü olduğunu göstermez. Şu ana kadar elektrik çarpmasıyla ölen yüzbinlerce insan olsa da, kimse medeniyetin temeli durumundaki elektriği “kötü” olarak nitelememektedir. Örneğin, sadece bu dünya yaşamı açısından baktığımızda “kötü” olarak gözüken ölümün, hakikatte “kötü” bir olay olduğunu söylemek doğru olmaz. Zira ölüm, bir yok oluş değil, ehl-i iman için vazifeden terhis, ebedi bir hayata giriş kapısıdır. Yine insanları saptırmaya çalışan şeytanın yaratılması kötü ve çirkin değil; şeytana uymak, şeytanın dediğini işlemek kötü ve çirkindir. Bir başka ifadeyle, “halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.” Şeytan dahi insanlığın mânevî yükselişinin esası olan “mücadele”nin bir aracı olduğundan, şeytanların yaratılması da hayırlı ve güzeldir. Hastalık ve yaşlılık şikâyet konusu olabilen “sıkıntılı” haller, pek çok insanın hayra yönelmesine ve sıhhatin kıymetinin anlaşılmasına vesile olmaktadır. Çekirdeklerin ağaç olmasının yolu toprağa atılmaktan geçmektedir. Halbuki, 100 çekirdek toprağa atılmasaydı, çekirdek olarak kalırdı. Ancak, toprağa atılan 100 çekirdeğin 95’i toprak altında çürüse, 5’i ağaç olsa, şerli değil, hayırlı bir iş olmuş olur. Benzer biçimde, okula gitme durumundaki 100 çocuk eğitim almazsa, aynı seviyede sabit olarak kalacaktır. Ancak okula gönderilen 100 çocuktan uzun süren eğitim hayatı sonunda 95’i başarısız bile olsa, başarılı olan ve ilmin zirvesine çıkan 5 çocuk insanlığın ufkunu değiştirebilir. Bu anlamda, çocukların büyük çoğunluğunun başarısız olması göz önüne alınarak, okulların oluşturulmasının kötü bir icraat olduğu söylenemez.
Bu örneklerde olduğu gibi, kâinatın yaratılmasıyla, beşer “kâmil insan” olabilme imkânına kavuşmuştur. Kıymet, niceliğe değil, niteliğe bakar. Çokları dünya meydanında başarısız da olsa, dünya zemininde peygamberlerin ve onların izinden gelen salih insanların çiçek açması hayırlı bir durumdur. Çekirdeğin ağaç haline gelmesi ve meyve vermesi, toprak altında çektiği çile sonucu gerçekleştiği gibi, insanın olgunlaşması da yeryüzü meydanında nefse ve şeytana verdiği mücadeleden geçmektedir. “Savaş, hoşunuza gitmemekle birlikte üzerinize farz kılındı. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara, 216)” ayetinden görüleceği üzere, şartlar oluştuğunda, hoşa gitmeyen savaş hayırlı bir eylem olabilir. Savaşta can ve mallar zarar görür, ölenler şehit, kalanlar gazi, zayiatlar sadaka hükmünü alır. Can ve mal kaybından kaçınmak için savaştan kaçınılması halinde, küçük şerden kaçınılmış, ancak büyük şer işlenmiş olur. Kolun kesilmesi kötüdür, ancak kangren olmuş bir kolun kesilmesi neticelerine bakarak “güzeldir” denebilir. Hiddet, inat ve kin gibi duygular kötüdür, ancak gerektiğinde hayır yolunda kullanılırsa şer olmaktan çıkar. Hırsızlıktan ceza alan biri için, bu durum şer olabilir, ancak malı çalınan kişiler ve toplum açısından ceza verilmemesi şer olacaktır. Grip gibi birçok hastalığın, vücuda dayanıklılık ve dinamizm kazandırdığı inkâr edilemez. Diğer yandan, “kötü” olarak tabir edilen olaylar, insanlığın maddi yönden ilerlemesine de yardımcı olmaktadır. Örneğin, tıp bilimini gelişmesinde, farklı illetlerden muzdarip hastaların rolü yadsınamaz.
Bu dünya, zıtlarla yaratılmıştır. Her şey zıttıyla bilinir. Zıtlar, izafî/rölatif hakikatlerin ortaya çıkmasına hizmet etmektedir.
Her şeyin tamamen iyi olduğu bir dünyada, iyiliğin bilinmesi ve kıymetinin anlaşılması mümkün değildir. Ancak karanlık ile, aydınlığın mertebeleri fark edilebilmekte; hastalıkla sıhhatin kıymeti, açlıkla nimetlerin güzellik ve çeşitliliği idrak edilebilmektedir. Zulüm olmadan adaletin, küfür olmadan imanın güzelliği anlaşılamamaktadır. Varlıkların farklı tonlardaki güzellikleri, ancak bu yapı içinde sezilebilmektedir.
Hayat, hareketle mükemmelleşir.
Bir sanatkârın, bir ücret karşılığında çeşitli güzellikleri üzerinde göstermek için bir modele bazı hareketler yaptırdığını hatırımıza getirelim. Söz konusu modelin bütün bu nimetleri görmezlikten gelerek, sanatkâra dönüp “bu hareketleri bana yaptırararak, niçin eziyet ediyorsun?” demesi doğru olur mu? Zat-ı Zülcelâl, isimlerinin güzelliklerini göstermek için bütün varlıkları, özellikle canlıları bir model yapmış, ücret olarak da faaliyetlerinin içine lezzet dercetmiştir. Hayat, hareketle olgunlaşır ve belâlarla terakki eder. Yükseklere uçmanın yolu, kanat çırpmaktan; zirvelere çıkmanın yolu, tırmanmaktan geçer. Karbon atomlarının grafite ve oradan da elmasa dönüşme sürecindeki ilk durağı kömürdür. Kömür olmaktan kurtulmanın ve elmas olmanın yolu, uzun süreli yüksek basınç ve sıcaklıktan geçtiği gibi, elmas ruhlu insan olmak da, imtihan tezgâhında rıza ve teslimiyet halini korumaktan geçmektedir.
Ahlaki kötülüklerin nedeni, insanın özgür kılınmış olmasıdır.
John Hick’e göre, nasıl ki bir çocuk okul öncesi eğitimden başlayarak ilkokul, ortaokul, lise, üniversite okuyarak bilgisel tekâmülünü gerçekleştiriyorsa, aynı şekilde insan da, doğumundan başlayarak ahirette en mükemmel duruma gelene kadar sürekli gelişmektedir. Bu dünya ise, “insan yapma (person-making)” işleminin/tekâmülün gerçekleştiği bir zemindir. İnsanın meleklerden üstün bir makama çıkabilmesi, kendisine verilmiş olan iradenin/özgürlüğün hakkını yerine getirebilmekten geçmektedir. Bu durumda, iradenin gereğini yerine getiremeyen kişilerin olduğu bir ortamda, ahlaki kötülüklerin bulunması da tabiidir.
Başa gelen musibetler, bir imtihan, bir ceza, bir ikaz, günahlara kefaret veya sevaplara vesiledir.
“Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. (Bakara, 155)”, “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. (Rum, 41)”, “Bir de öyle bir musibetten korkun ki; o, yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (bu belâ başkalarına da geçer, umumî olur). Bilin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir. Enfal, 25)” ayetleri ile “Belanın en şiddetlisi peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velilere ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir” mealindeki hadisler dikkate alındığında, hiçbir musibetin hikmetsiz olmadığını idrak ediyoruz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi,
“Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif onu seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
…..
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
……
Vallahi güzel etmiş
Billahi güzel etmiş
Tallahi güzel etmiş
Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş”
demeli ve İbrahim Tennuri gibi
“Hoştur bana senden gelen,
Ya hil’at-ü yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken,
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
…
Gelse celalinden cefa,
Yahut cemalinden vefa,
İkisi de cana safa,
Kahrın da hoş lütfun da hoş.
…”
diyerek kadere tam teslim olmalı.
Dr. Naim Tatlıcı
(3898)
(3898)
Speak Your Mind