Ruh, Nefes, Tin, Espri ve Anima

Rahat olmak ne demektir? Kolayca “nefes alabiliyor”sanız, “rahat”sınız demektir. Size bu söz mübalağa gibi gelebilir, ancak ağır solunum yolu hastalarını gördüğünüzde rahat olmanın kolayca soluk alıp vermek olduğunu daha iyi hissediyorsunuz. Entübe hastalardan birine “arabanız alınıp nefesiniz verilse kabul eder misiniz?” dense, eminim hepsi kabul edecektir. Rabbim hepimizi Covid ve diğer illetlerden korusun.  Şimdi önce ruhun etimolojisine bakalım, sonra benzer kelimeleri ele alalım.  

“Ruh” kelimesi (çoğulu ervâh) Arapça‘da “nefes“, “soluk” ve mecazen “güzel koku” anlamına geliyor. Kur’an’da “ruh” kelimesi farklı anlamlarda geçmektedir. Canlıların hayatiyetini sağlayan ruh, Cebrâil (rûhu’l-kuds, er-rûhu’l-emîn), vahiy, rahmet… İnsanın yaratılışından söz eden âyetlerde bildirildiğine göre, Allah Âdem’i önce çamur halindeki topraktan şekillendirmiş, ardından ona “ruh”undan üflemiş, Âdem’in soyunu da ana rahminde ona ruhundan üflemek suretiyle insan haline getirmiştir. Ruh, mahiyet olarak Rabbimizin sırrıdır. Yalnız, âlimler Allah’ın ruhundan üflemesinden maksadın, Allah’ın ruhundan bir kısmını Hz. Âdem’e veya Hz. İsa’ya vermesi anlamında yorumlanamayacağını belirtiyor. Nitekim Hıristiyanlar, Hz. Meryem’e üflenen ruhu Allah’tan bir parça olarak yorumladıkları için şirke düşerek, Hz. İsa’ya ilahlık atfediyorlar. Âlimlerin yorumu, üflenen ruhun Allah’a izafe edilmesinin, onun şeref ve kıymetini gösteren bir ifade olduğu şeklinde… Nitekim, Kur’an’da Kâbe için “Allah’ın evi”, Hz. Salih’in devesi için de “Allah’ın devesi” ifadelerinin kullanılması bu değerlendirmeyi pekiştiren diğer örnekler olarak görülebilir.

Ruh ölüm anında bedenden alınır. Rahmetli Yazıcıoğlu ne diyordu: “Ruh bir saniyeliktir. ’Püf’ dedi mi bir solukluktur. Bunun da nereden geleceği nasıl geleceği ne şekilde yakalayacağı belli değil.” Öyle değil mi? Ruh çıktığında, alınacak nefes de kalmıyor. Ruhla bağlantılı diğer kelimelere bakalım. Râhat “soluk alma, dinlenme, (güzel koku) koklama”, rîh “rüzgâr”, reyhan “hoş kokulu şey”, râyiha “koku, hoş koku”,  istirâhat “soluk alma, dinlenme”, müsterîh “gönlü rahata kavuşan, içi rahat olan” anlamına geliyor. Dikkat ederseniz, koku alma da, zaten nefes alma ile gerçekleşen bir his… Terâvîh “rahatlatmak, dinlendirmek” anlamındaki “tervîha”nın çoğuludur. Bu namazda dört rek‘atta bir dinlenme amacıyla biraz oturulduğundan, “teravih” denmiştir. Zaman içinde, her bir tervîhayı oturup dinlenmek yerine, zikir ve salavat gibi nâfile ibadetlerle değerlendirme veya ara vermeden namaza devam etme şeklinde uygulamalar ortaya çıkmıştır. Hanefîler her bir tervîhada oturup dinlenmeyi teravihin ruhuna daha uygun bulsalar da, Türkiye’de de namaz aralarında Peygamberimize salavat getirilmekte veya ilâhi okunmaktadır.

Nefis/nefs “nefese-soluk aldı” fiilinden türemiştir. Sözlükte “ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi mânalara gelen nefs kelimesi, Kur’an’da “ruh” anlamında kullanıldığı gibi “zat ve öz varlık” mânasında da kullanılmıştır. Teneffüs, Arapça “nefes alma, soluklanma” demektir. Nüfus, “nefisler” demektir. Nüfus sayımı, nefislerin sayımıdır. Bir nefes ile başlar, bir nefes ile biter bu dünyadaki herşey. Tıknefes deyimi Arapça ḍıyḳu’n-nefes “nefes darlığı” ifadesinden dönüşmüştür. Peygamberimiz yatmadan önce üç kere muavvizât (koruyucular demektir, İhlâs, Felak ve Nâs surelerini ifade eder) okumuş, eline üflemiş ve elleriyle bütün vücudunu meshetmiştir.

Tin, eski Türkçe “tın-soluk/nefes”ten alınmıştır. Dinlenmek (tınlanmak/tinlenmek) ise,  “soluklanmak, nefeslenmek” oluyor. Dinç, dingin, dinmek de aynı kökten türeyen kelimeler…

Türk mitolojisinde “sür” ruh anlamına gelir. Bedeni terkettiğinde insan ölür. Sürmek (devam etmek veyâ bir şeyi yönlendirmek) fiili ile ilgilidir. Tıpkı bir kişinin atı sürmesi gibi ruhun da bedeni sürdüğü inancını içerir. Türkçe süre kavramı ile aynı kökten gelir ve ruhun insana belirli bir süre için verildiği anlayışını uzak bir bağlantıyla da olsa ortaya koyar.

Ramak, Arapça “yaşamın son nefesi” demektir. 

Dem, Farsça ve Orta Farsça “1. nefes, soluk, 2. an, zaman” kelimesinden gelir. Demlemek, “çayı kaynar suyun içine koyduktan sonra renk ve kokusunu vermesi için bir müddet bekletmek” anlamına gelir, bu açıdan zamanla ilişkilidir. Alınan her nefes, âdetâ yaşanan her ânın göstergesidir. Dembedem Farsça “an be an, zaman zaman, nefesten nefese” sözcüğünden alıntıdır.

İlham anlamına gelen inspiration sözcüğü de Latince inspirare “in+spirare (nefes almak)” sözcüğünden gelir: “Tanrı’nın/ilahi olanın nefesinin içeriye doğru alınması” (And the Lord God formed man of the dust of the ground, and breathed into his nostrils the breath of life; and man became a living soul. [Genesis ii.7]) İlham yerine kullanılan esin de, Eski Türkçe esin “esinti, hafif rüzgâr” sözcüğünden gelmektedir.

Latince spiritus “soluk, ruh” demektir. Bu kökenden gelen birçok kelime vardır: İspirto, İtalyanca spirito “1. ruh, 2. uçucu sıvı, damıtılmış alkol” kelimesinden gelir. Fransızca’dan gelen espri de aynı kökten türemiş olup,  esprit “1. ruh, 2. zekâ, nükte” sözcüğünden alıntıdır. Bir “konunun esprisi”, o “konunun özünü/ruhunu” belirtir. Spiritüel, Fransızca spirituel “1. ruhsal, 2. esprili, nükteli” kelimesinden gelir. İspirtizma, “ölmüş insanların ruhlarıyla medyum denilen kimseler aracılığıyle iletişim kurulabileceğini ve bu yolla bilinmeyen bâzı gerçeklerin öğrenilebileceğini benimseyen görüş, ruhçuluk” anlamına gelmektedir. Aspiratör Latince aspirare “içe solumak, (hava veya sıvıyı) içine çekmek” fiilinden ekiyle türetilmiştir.

Animizm (cansız varlıklara ruh atfeden inanış, ruhçuluk) Latince anima “nefes, ruh” sözcüğünden türetilmiştir. Anemon, dağ lalesi olup “rüzgârın kızı” demektir, kökeni yine nefese dayanmaktadır. Animasyon, Fransızca ve İngilizce animation “canlandırma” kelimesinden gelir. İngilizce animal da aynı kökenden gelmektedir.

Rabbim aldığımız her nefesi, kıymetini bilerek almayı nasip etsin.   

Dr. Erdinç Tekbaş

26/09/2022

(158)

kez okunmuştur.

(158)

Ehemmiyet ve Mühimmât

Arapça hemme fiili “üzülmek, kaygılanmak, arzu etmek, ilgilenmek, planlamak” gibi anlamlara geliyor. Buradan hareketle, Türkçe’de kullanılan bazı kelimelere bakalım:

Bazı Türkçe metinlerde “hem” olarak geçen “hemm”, “dert, üzüntü, kaygı, tasa, gam” anlamlarına geliyor.

Mühim, “birini kaygılandıran, önemli”; mühimmât ise “önemliler” demektir. Savaş için gerekli olan cephâne vb. şeyleri belirten “mühimmât-ı harbiyye” ifadesi zamanla kısalarak mühimmâta dönüşmüştür. Ehemmiyet de, “çok mühim olma, çok önemli olma” anlamına geliyor.

İhtimâm, “bir şeyin iyi olması için özenerek gayret gösterme, üzerinde dikkatle çalışma, özen” anlamlarını içeriyor.

Aynı kökten gelen himmet kelimesi ise, “meyil, arzu, istek, azim”, “manevi yardım”, “çalışma” ve lütuf” gibi anlamlara geliyor. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre “bir şeyi bütün samimiyetiyle dilemek, iradeyi belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmak” anlamındaki himmetin etkisi altına alamayacağı hiçbir şey yoktur. Böyle bir himmetle Afrika’da Gurâbiyye adı verilen bir zümrenin diledikleri kişileri öldürdüklerini ileri sürer. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Yûnus Emre’ye “buğday yerine himmet” vermeyi teklif eden konuşmasını hatırlarsınız. Yûnus Emre sonradan himmeti kabul etmediği için çok üzülmüştür. Konunun uzmanları burada belirtilen himmeti, kemâle erdirme yetisi, mürşidin dervişe nefes etmesi, mürşidin dervişe yönelmesi, tasarruf etmesi ve iç dinamiklerini harekete geçirmesi gibi kavramlarla yorumlamışlardır. Kişinin himmetinin yüce olması ise, bayağı şeylere tenezzül etmemesi, gözünün en yüksekte olması,  mânevî yücelik isterken aza kanaat etmemesi manasını taşır.

Bu açıdan, bir işte, bir konuda ne kadar çok tasalanıyor, ne kadar çok kaygılanıyor isek, ona o kadar ehemmiyet (kaygıdan dolayı aşırı ilgi) gösteriyoruz, mühim (kaygıdan dolayı önemli) görüyoruz, ihtimam (kaygıdan dolayı elden geldiğince iyi olmasına çaba, özen) gösteriyor, himmette (kaygıdan dolayı arzu ve çalışmada) bulunuyoruz demektir. Bir başka deyişle, “kaygı varsa, önem var”, “önem yoksa, kaygı da yoktur” demektir. Nitekim kaygının ahirete yönelik olması gerektiğini vurgulayan bir hadiste, Peygamberimiz “Kaygılarını (hümûm) tek bir kaygı ve âhiret tasası haline getiren kişiyi Allah dünya kaygılarından kurtarır” buyurmuştur.

Dr. Erdinç Tekbaş

21/09/2022

(155)

kez okunmuştur.

(155)

Renkler ve Yönler

Akdeniz neden “ak”tır da, Karadeniz “kara”? Biri açık mavi, diğeri koyu mavi olabilir mi? Eski dönemlerde yönlerin renklerle kodlanmış olabileceği çoğumuzun aklına gelmemiştir sanırım.

Renklere dayalı yön sisteminde, ülkeler farklı biçimlerde eşleştirme yapmıştır. Bu açıdan evrensel bir eşleştirmeden bahsetmek mümkün gözükmüyor. Örneğin, Hindistan’da ak doğuya, kara batıya;  Amerika’da ak güneye, kara doğuya; Mayalarda kızıl doğuya, kara batıya işaret ediyor.

Eski Türklerde ise, temel dört renk ak, kara, mavi/yeşil (gök) ve kırmızıdır (kızıl, al). “Ak” batının, “kara” kuzeyin, “mavi” doğunun ve “kırmızı” güneyin sembolü olarak kullanılmıştır. Sarı renk ise yön belirtmez, merkezi temsil eder. Mete Han’ın Çin ordusunu kuşatması esnasında Hun atlı birliklerinde yer alan beyaz atlar batı, mavi (kır) atlar doğuda, siyah atlar kuzeyde ve kırmızı (doru veya al) atlar güneyde yer almışlardır.

Buna göre, denizlerden gidersek, Karadeniz (Kuzey denizi), Akdeniz (Batı denizi), Gökdeniz (Hazar denizi-Doğu Denizi) ve Kızıldeniz (Güney Denizi) olarak sembolize edilir. Batıdaki denizin Akdeniz  olarak adlandırılmasının nedeni, Ege ve Akdeniz’in batıda yer alan tek bir deniz olarak görülmesidir.

Benzer biçimde; Karabük, Karagöl, Karaçay, Karasu kuzeyle, Altay (Aldağ) güneyle, Akbük, Akdağlar, Akhisar batıyla, Mavigöl, Gökırmak, Yeşilırmak, Gökçegöl ise doğu ile ilintilidir.   

Dr. Erdinç Tekbaş

15/09/2022

(219)

kez okunmuştur.

(219)

Hâdım, Hâdim, Huddam ve İstihdam

Ha-de-me “hizmet etti” fiilinden türeyen birçok kelime var Türkçemizde. İçinde “Dad” harfi bulunan kelimelerin Türkçeye geçerken bazen “d” (Darbe gibi), bazen “z” (Ramazan gibi), bazen de hem “d”, hem “z”  (Fadıl, Fazıl) olarak geçtiğinden bahsetmiştim. Bu da Arapça kelimenin Farsça telaffuzu ile bağlantılı bir konu. Ha-de-me kökünden türeyen kelimelerin de bazısı “d”, bazısı “z” ile geçiş yapmış.

Hizmet etmek, “başkalarının işini görmek” anlamına gelir. Hâdim ise, “hizmet eden, hizmetçi, hizmetli” anlamına gelir. Hâdim kelimesi, birçok yerde kullanılmıştır. Eskiden beri hayırlı bir iş yapmak için veli olduğunu düşündükleri kişilere işlerinde yardımcı olan kişiler varolagelmiştir, bunlara hâdim denmiştir. Fukara babalarına veya dervişlere hizmet eden şeyhlere de “hâdimü’l-fukarâ” denmiştir. Yavuz Sultan Selim ve sonraki Osmanlı pâdişahları için “Mekke ve Medîne gibi iki mukaddes yere hizmet eden” anlamında hâdimü’l-haremeyn(i’ş-şerîfeyn) unvanı kullanılmıştır. Önder olmanın yolu, hâdim olmaktan geçer. Gerçek efendi/önder kendine hizmet ettirmez, kendisi hizmet eder. İşte tevazunun zirvesi Efendimizden bir örnek: Peygamberimiz, birgün sahâbelerine su ikram ediyordu. Peygamber Efendimizi daha önce görmemiş yabancı bir kişi dışarıdan mescide girdi ve “Bu kavmin (topluluğun) seyyidi (önderi, efendisi) kimdir?” diye sordu. Allah’ın Rasûlü “Benim” demedi, “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” buyurdu.   

Hâdimin iki farklı çoğulu var: Hademe ve huddam. Hademe dilimizde tekil kullanılır, daha çok  resmî dâirelerde veya ofislerde hizmet eden görevlileri belirtir. Huddam ise, cinci hocaların belli duâlar okuyarak kendilerine bağladıkları ve istedikleri hizmeti gördürdükleri cinleri tanımlar.

Eskiden erkek çocukları için, bir hürmet ve nezaket ifadesi olarak “kendisine hizmet olunan” anlamında “mahdûm” ifadesi kullanılırdı. Kızlar hemen küsmesin, eskiden kız çocuklarına da “yüce/cömert” anlamında kerîme denirdi.

Ekonomik yaşamın en gözde kavramlarından biri olan istihdâm, “hizmet ettirme, hizmetinde çalıştırma” anlamına geliyor, müstahdem ise “istihdam edilen”… İstihdâmı artırmak en büyük amacımız ya, hepimiz aslında müstahdem olma peşindeyiz. Eskiye göre ne değişti diye sorarsanız, eski zamanın “hâdimler”i gitti, yerine yeni dönemin “müstahdem”leri geldi.

En ilginci ise, hâdım ile hâdimin aynı kelime olması. Hâdım, malûm “kısırlaştırılmış erkek” demek.  Eski Ön Asya, Grek, Roma, Bizans, İran, Mısır, Hindistan, Osmanlı… Aklınıza hangi dönemin  sarayları gelirse gelsin, hadım çalışanlar istihdam edildi. İslâm bırakın insanları, hayvanları bile iğdiş etmeyi yasaklıyor olmasına rağmen, ne yazık ki hâdım edilenleri istihdam etme geleneği müslüman ülkelerde de yüzyıllar boyu devam etti. Hâdımlar, genellikle efendilerinden ayrılmaz, alay edildiklerinden halkın arasına pek karışmazlardı. Sarayda harem ile dışarısı arasında bir aracı görevi görürlerdi. Peki esas sorunun cevabını vermedik, neden saray hâdimleri için kullanılan “hâdım” ifadesi “kısırlaştırılmış erkek” anlamına geliyor? Bunun nedeni, saray hizmetkârlarının önemli bir kısmının, özellikle harem kısmında çalışanların tamamının erkekliği giderilmiş kişiler olmasından kaynaklanıyor.

Dr. Erdinç Tekbaş

14/09/2022

(207)

kez okunmuştur.

(207)

Kısa Kısa-1

Bir yazıya veya sözleşmeye imza attığınızda ne yapmış olursunuz? Doğrusu bir ömür boyu ödeyemeyeceğiniz bir borcun altına girmiş olabilirsiniz. Cirmi küçük, ancak cürmü büyük bir eylemdir imza… İmza attığınız belgeyi onayladığınızı ve dolayısıyla yürürlüğe koymuş olduğunuzu ifade eder. Mâzinin “geçmiş, bitmiş” anlamına geldiğini biliyoruz. İşte, imza maziden geliyor, imza atarak, ilgili evrakı “bitirme, geçmişe katma” işlemi yapmış oluyor ve yürürlüğe koyuyoruz.

Farsça, çirk “kirli, pis” anlamına, âb ise “su” anlamına gelir. Bu durumda, çirk-âb “pis su, lağım” demektir. Türkçe’de çirkef olarak kullanılan bu kelime mecazen “her kötülüğü yapabilecek tıynette kişi” anlamında kullanılmaktadır. Rabbim çirkef, konuşma ve hareketleri lağım gibi insanlardan(!) bizi korusun. Çirkîn ise, Farsça’da “pis, kirli” demektir. Ancak dilimizde “görünümü güzel olmayan, göze ve kulağa hoş gelmeyen”  anlamında kullanılmaktadır.   

Tartışmak, “+ış” ekinden görüleceği üzere, karşılıklı yapılan bir eylemi ifade ediyor. Eski Türkçe’de “tartmak” fiili “çekmek” anlamına da geliyordu; bugün “çekmek” fiilinin bir anlamı da “tartmak”tır. Esasında “karşılıklı yayın ipini gerip çekmek (çekişmek)” veya “(güreşçilerin) güreşe başlamadan birbirini kaldırıp güçlerini tartmak” gibi anlamlarda kullanılırken, daha sonra “bir konuyu farklı görüş açıları ile ele alarak karşılıklı olarak savunmak veya “münâkaşa etmek” anlamında kullanılır olmuştur.

Dr. Erdinç Tekbaş

12/09/2022

(255)

kez okunmuştur.

(255)

Yerler, şahıslar ve markalar-1

Bu yazı ile yeni bir seriye başlıyoruz. Günlük yaşamımızda kullandığımız birçok cihaz, varlık ve kavramın isimlerinin kökeni yer, şahıs ve marka isimlerine dayanıyor. Bunları parça parça size aktarmaya çalışacağım. Eminim okuyunca hayret edeceğiniz kelimeler olacaktır.

Begonya ve fuşyadan başlayalım. Özellikle hanımların çokça sevdiği güzel çiçekler… Bu çiçeklerin ismini, Fransız botanikçi Charles Plumier koymuştur. Keşfettiği yeni çiçek türüne o zamanki Haiti Valisi Michel Bégon’un, keşfettiği diğer bir çiçek türüne de Alman botanikçi  Leonhart Fuchs’un soyadına atıfla isim vermiştir.

Mora çalan kırmızı diye betimleyebileceğimiz, özellikle Trabzonsporluların favori rengi olan bordo nereden geliyor? Fransa’nın Bordeaux şehrinden gelmektedir. Bordeaux’da üretilen şarapların rengi Türkçe’ye bordo olarak geçmiştir.

Sağlıklı beslenenlerin menüsü içinde yer alan Brüksel lahanasının anavatanı Akdeniz Bölgesi’dir. Ancak, ağırlıklı olarak 13. yüzyıldan itibaren Belçika’nın Brüksel kenti yakınlarında yetiştirilerek yaygınlaştığı için Brüksel lahanası adını almıştır.

Askere giden her Türk erkeğinin bildiği kamyonlara “cemse” denir. Aslında cemse “General Motors Corporation” markasının askerlerce kısa söylenişinden başka bir şey değildir.

Güzelliğin daniskası… Daniska “en âlâ, en iyi” anlamında kullanılır. Adını Gdansk (eski adı Danzig) şehrinden alır. Eskiden Almanya’dan Danzig yoluyla gelen malların üzerine Danzig mührü vurulurmuş. Oldukça iyi ve sağlam olan bu ürünlere zamanla halk arasında daniska denmeye başlamış ve bir şeyin en iyisini belirten bir kelime haline dönüşmüş.

Lepiska, Almanya’nın Leipzig şehrinin adından gelmektedir. “Leipzig şehrinde üretilen ipek” için ve “uzun, sarı ve yumuşak (saç)” için kullanılmaktadır.

Galvanizm, kimyasal yolla elektrik elde edilebileceğini keşfeden İtalyan fizikçi ve biyolog Luigi Galvani’nin soyadından gelmektedir.

Kazmada ve kırmada kullanılan ucu sivri bir makine olan hilti adını, kurucuları Martin & Eugen Hilti olan Hilti AG şirketinden almaktadır.

Sinekkaydı traşların vazgeçilmezi jilete gelelim… Jilet, Gillette adlı traş bıçağı markasından dilimize geçmiştir. Gillette, jileti icat eden Amerikalı King Camp Gillette’in soyadıdır.

Çocuklara verilebilecek en iyi hediyelerden biri de legolardır. Oyuncak markası Lego, Danimarka dilinde leg godt “iyi oyna” deyiminden türetilmiştir.

Çok uzun ve lüks segmentte otomobilleri tanımlayan Limuzin adı, Fransa’da bir bölge olan Limousin’den türetilmiştir ve bir zamanlar buradaki çobanlar tarafından kullanılan uzun pelerinden gelmektedir.

Maltız, “Maltalı” demek. Ancak ısıtma, pişirme gibi işlerde kullanılan, ızgaralı, ayaklı, taşınabilir ocağa neden maltız dendiği bilinmiyor.

Mozole (anıt mezar/kabir), Karya satrabı Mausolos’un adından türemiştir. Mausolos’un ölümü üzerine eşi Artemisia M.Ö. 353-350 arasında Halikarnassos’ta (Bodrum) onun anısına görkemli bir mezar yaptırmıştır. Daha sonra aynı stildeki tüm yapılara mozole denmiştir.

Mavzer de, 1874 yılında, Prusya ordusu için tüfek üretmek amacıyla Paul Von Mauser tarafından kurulan şirketin “Mauser” markasından gelmektedir.

Merinos, çok ince yumuşak yüne sahip bir koyun ırkıdır. Fransızca mérinos sözcüğünden, o da İspanyolca merino’dan gelir. Adını Kuzey Afrika’da hüküm süren Merînîler hânedânından alır. Kuzey Afrika’dan İspanya’ya Araplar tarafından getirilen koyunlar olduğu düşünülen merinos koyunları uzun zaman İspanya’nın tekelinde kalmış, İspanya dışına çıkarmaya çalışanlar ölüm cezasına çarptırılmıştır.

Merserize, bir pamuk ipliği çeşididir. Bu iplikle dokunmuş kumaşlar da merserize diye anılır.  Pamuk ipliğinin merserize olması için kostik ile işlem görmesi gerekir. Merserize kumaşlar, parlak, esnek ve dayanıklı olurlar. Pamuk liflerinin kostik ile şişiyor olması ilk kez 1844 yılında İngiliz kimyacı John Mercer tarafından bulunduğu için, bu işleme merserizasyon denmiştir.

Balık avlamada olta ipi olarak kullanılan ve ipek, naylon veya at kuyruğu kılından elde edilen misina, Sicilya’da bir şehir olan Messina’da yapıldığı için bu adı almıştır.

Fransız diplomat Jean Nicot de Villemain, Portekiz büyükelçiliği yaptığı 1559 ile 1561 yılları arasında tütün tohumlarını Fransa’ya yollamıştır. Nikotinin isim babası bu kişidir.

Pamuktan dokunmuş ince, düzgün dokunmuş pamuklu bir bez olan patiska kelimesi, kumaş îmâlâtçısı Cambraili Baptiste’den gelmektedir.

Kadınların kirpiklerini kıvırmak ve daha uzun göstermek için fırça ile sürdükleri rimel, kurucusu Fransız kozmetikçi Eugène Rimmel olan Rimmel markasından gelmektedir.

Saksofon (Saxophone) “Sax’ın sesi” anlamına gelir. Belçikalı müzik aletleri tasarımcısı Adolphe Sax tarafından tasarlanmıştır.

Dr. Erdinç Tekbaş

09/09/2022

(284)

kez okunmuştur.

(284)

Tavâf, Tâife, Tayfa ve Tufân

Kök harfleri ط و ف olan “tâfe” fiili “bir yerin/şeyin etrafını dolaşmak, çevresini dönmek, sarıvermek” anlamına gelir. Türkçe’de bu fiilden türeyen, ancak birbiri ile bağlantısını bilmediğimiz birçok kelimeyi kullanıyoruz.

Usulüne uygun şekilde Kâbe’nin etrafında dönmeyi ifade eden tavâf ibadeti buradan gelir. Tavâf edenlere ise, “tâif-etrafını dolaşan” denir. Tâif aynı zamanda Arabistan’da bulunan bir şehir olup, adını “etrafının surlarla çevrilmiş” olmasından alır.

Tufân ise “çok şiddetli ve her tarafı kaplayan/sarıveren yağmur”u belirtir. Bu kelime, “Nuh tufânı”nın şiddetini harflerinde barındırıyor.

Tâifeyi ise, “bölük, zümre, grup, ekip, cemaat, takım” gibi anlamlarda kullanıyoruz. “Cin tâifesi” onlara biraz daha gizem katıyor. “Tâife-i nisâ” ise, kadınların “erkek milleti” salvosuna bir cevap oluşturuyor. Tayfayı hepimiz biliyoruz, ama tâife ile aynı kelime olduğunu herhalde pek azımız biliyor. Onu da, hem tâife anlamında, hem “Filanca ve tayfası” gibi bir kişinin “çevresinde gezenleri/dolaşanları/bulunanları” nitelemekte, hem de “gemi mürettebatı” için kullanıyoruz.

Dr. Erdinç Tekbaş

06/09/2022

(218)

kez okunmuştur.

(218)

Şâhid ile Şehîd

Arapça “ş-h-d” kökünden türeyen “şâhid”, tanık anlamına gelir. Allah’a ve O’nun peygamberine imanımızın tanıklık beyanı olan cümleye “kelime-i şehadet/tanıklık ifadesi” denir. Şehîd ise şâhidin mübalağa formunu ifade eder ve “çok iyi şahit olan, şahitliğinde emîn olan” demektir.  Rabbimizin bir güzel ismi de Eş-Şehîd’dir. O, her zaman ve her yerde hazır ve nazır olarak mutlak şahittir. Şehîd, Kur’an’da çoğunlukla “tanık” anlamında,  bazı âyetlerde Rabbimizin ismi olarak ve bazılarında da “Allah’ın rızasına uygun yaşayan örnek insan” anlamlarında kullanılmıştır.

Canını veren şehîde, neden şahitlikle ilgili bir sıfat verilmiştir? Farklı yorumlar bulunmakla birlikte, “Allah’ın vadettiği nimetleri görüp şahit olması veya kıyamet gününde kendisinden Peygamberimizle birlikte geçmiş ümmetler hakkında şahitlik edecek olması” nedeniyle şehîd denilmiştir.

İngilizce “martyr” ise “inancına tanıklık eden”, özelde ise “dini inancından vazgeçmek yerine isteyerek ölüme maruz kalan” anlamına geliyor. Tarihsel olarak inançları uğrunda canlarını veren ilk Hıristiyanlar için kullanılmıştır. Bu da, Allah’ın dininin farklı coğrafya ve dillerde benzer biçimde anlaşıldığını ve yaşandığını ortaya koyuyor.

Modern dönemde, şehitliğin manevi itibarından yararlanmak için ilgili-ilgisiz herkesi şehit ilan etmek yaygınlaştı. Zamanında bir ünversitenin yemekhane duvarında “Ölüm orucu şehitlerimiz ölümsüzdür” sloganını görünce çok şaşırmış; bunu, örgüt mensuplarının materyalist ideolojinin yetersizliğini oruç, şehit ve ölümsüzlük gibi manevi kavramlarla tamamlama gayreti olarak yorumlamıştım. Uhud Savaşı’nda yaşanan Kuzman Olayı, bize ibretli bir misaldir. Kuzman, savaşta oldukça yararlılık gösterir. Ancak Resulullah, onun cehennemlik olduğunu belirtir. Gerçekten de Kuzman, ağır yaralı bir halde iken, Katâde bin Nûmân “Şehîdliğin mübârek olsun ey Kuzman!” der. Kuzman “Ben kabîlem için savaştım; şehîtlik için değil!” diye cevap verir ve ardından intihar eder.

Dr. Erdinç Tekbaş

05/09/2022

(201)

kez okunmuştur.

(201)

Zafer Ayı Ağustos, Fetih ve Pençe Harekâtı

Pençe, Farsça’daki penc“beş” kelimesinden gelmektedir. Yırtıcı hayvanların sivri tırnaklarının olduğu beş parmaktan mülhem pençe adını almıştır. Perşembe (penc-şenbe-beşinci gün) de aynı kelimeden Türkçe’ye geçmiştir. Avrupa dillerinde kullanılan penta ön eki de, Yunanca “pente”den gelmekte olup, o da Farsça “penc” ile aynı köktendir: Pentagon (beşgen, ABD Savunma Bakanlığının beşgen şeklindeki binası), pentatlon (beş dalda yapılan spor yarışması) gibi…

Söze neden pençeden başladık? Zafer ve fetih ayı Ağustos’u bitiriyoruz. Zafer kelimesi, “pençeleme, alt etme” anlamına gelir. Zafer, bir kartalın avını pençelemesi gibi düşmanı kıskıvrak yakalamaktır. Yahya Kemâl’in “İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel” şiirinde yer alan “Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına (Vur Hz. Ali’nin elindeki kılıç aşkına), Gülbangi âsmânı tutan Pîr aşkına (Duası gökleri tutan Pîr aşkına)” beytindeki ruhu kuşanmaktır. Çevresindekiler “Sen muzaffer olacaksın” dediklerinde, Cengiz Han’ın ordusunu defalarca mağlup eden Celâleddin Harzemşah gibi “Bizim görevimiz seferdir, zafer Allah’a aittir” diyebilmektir.

Fetih ise, “açma” anlamına gelir. Aynı kökten gelen Fâtiha Kitabımızın “başlangıcı”, miftah “anahtar”, siftah “günün ilk alışverişi”dir. Fetih, kişi ile hakikat arasına girmiş engelleri kaldırmaktır.

Maddi zafer ve fetihler, manevi zafer ve fetihlerle taçlandırılmazsa hedefine ulaşamaz. Bu açıdan, esas zafer, insanları kötülüğün pençesinden kurtarabilmek, hakiki fetih de yüreklerin kilidini açabilmektir.   

Dr. Erdinç Tekbaş

31/08/2022

(255)

kez okunmuştur.

(255)

Etimoloji Yazılarım

(892)